20 Şubat 2007

Türkçe de Terim Sorunu Üzerine Bir Söyleşi

ile Yunus KALDIRIM

Konuk:Prof.Dr. Aydın KÖKSAL
•    Bilgisayar’ sözcüğünün isim babası olarak anılıyorsunuz. ‘Bilgisayar’ sözcüğünden başka bilişim alanıyla ilgili yaşayan hangi terimleri türettiniz?
Bilgisayar sözcüğü bilişim alanında ürettiğim ilk sözcük değil. Bunu 1969 yılında Hacettepe Üniversitesinde kurduğumuz, zamanın en büyük makinası olan bir sistemi ihaleye çıktığımızda resmi yazışmalarda, kullandık. Oysa ben 1966’dan başlayarak yani bilgisayar sözcüğünden 3 -4 yıl kadar daha önce bilgisayar sektöründe çalışmaktaydım. İlk günden başlayarak, Türkçe terimlerin kullanılmasına özen gösterdim. İlk örnekler arasında bilgi işlem (data processing, information processing: Traitement de l’information: Datenverarbeitung) terimi vardır.Daha önce malumat prosesingi denirdi. Malumat prosesingi tabi ki çok aykırı bir terim. ‘Bilgi’ dediğimde bu ‘enformasyon’dur, ‘bilgi’ olamaz dendi. Bugün bile TÜBİTAK gibi resmi bir organımız Enformasyon Teknolojileri diye söz ediyor, öyle bir bölümü var. Bilgi sözcüğünün karşılamadığı öne sürüldü, ama bence Türkçesi karşılıyor. Bilgi işlem terimine ayrıca Türkçe yapısı bakımından da çok karşı çıkıldı. “Çünkü ‘ev çatı’, ‘kapı tokmak’ denmiyor; ‘evin çatısı’, ‘kapının tokmağı’ deniyor. Türkçede, bilginin işlenmesi demek zorundasınız” dediler. Türkçe’yi bozduğumu ve yozlaştırdığımı öne sürdüler birçokları. Bana sorasanız, bilgi işlemek diye bir eylem adı olabilir Türkçede. Buna da ad yapım eki eklersek, ‘bilgi işlemek’ten bilgi işlem biçiminde doğrudan ad biçiminde düşünmek olanaklı. Bence, bilgi işlem sözcüğü o kadar güzel oturdu ki, dili bozmamanın ötesinde büyük bir anlatım rahatlığı taşıyor.

Bunun gibi, yazılım sözcüğü 1966’da üretilen bir sözcüktür. 1966 çok erken bir tarih, çünkü yazılım sözcüğünün anlamının daha o yıllarda oluşmaya başladığını görüyoruz. Dünyada ilk kez software sözcüğünün İngilizce olarak kullanılmaya başlaması ABD’nde terim olmaktan çok, bir jargon gibi, bir argo gibi kullanılmıştır. 1960’larda donanım anlamına gelen hardware sözcüğüne (‘hırdavat’ anlamına gelir) alaylı bir karşıtlık olsun diye oluşturulmuştur software sözcüğü. Birisinde lehimlenerek devreler yapılıyordu, diğerinde ise paneller üzerinde fişler bağlanarak -delikli kartlar takılarak- programlar oluşturuluyordu. Lehim yapmak yerine, söküp çıkarma olanağı verdiği için hardware sözcüğüne bir alay içeren biçimde software diye bir terim ürettiler. 1966’da delikli kartlar üzerine programlar yazma 1966’larda yavaş yavaş oluşuyordu. Biz bu kadar erken koyduk adını. Bundan mutluyum, neden mutluyum, çünkü yazılım sözcüğü yeryüzündeki, bütün ulusların dilleri arasında Türkçe’yi XXI. yüzyılın çok önemli endistrüsinin adını koyan ilk dil haline getiriyor. Yazılım sözcüğünün üretilmesinden, Türkiye’de kullanılmaya başlamasından sekiz yıl sonra 1974’te ilk kez Fransızlar le logiciel sözcüğünü ürettiler. Bu bu anlamda kullanılan Türkçe’den sonraki ilk terimdir. Onu İtalyanlar (sistemi logici), İspanyollar (el logical) izledi. Demek ki Türkçe’deki yazılım sözcüğü, dünyada bu anlamda kullanılan ilk kavram adıdır.
File yerine ‘kütük’, hardware yerine ‘donanım’, sistem operotörü yerine ‘işletmen’ , printer yerine ‘yazıcı’, bütün nesnelerin adları, giriş çıkış birimi, memory yerine asla ‘hafıza’ değil ‘bellek’ gibi ne kadar terim varsa hepsi Türkçe olarak karşılandı. Örneğin, ‘işletmen’ dediğimizde adam mı işletecek diye alay konusu olduk, ‘yazıcı’ dediğimizde “efendim yazıcı diye erlere denir” diye eleştirildi. Sanıyorum 2000’in üzerinde ve 2500’e yakın bilişimle ilgili terim ürettim. Bunu saymak zor onun için böyle yuvarlak söylüyorum. 1981’de TDK tarafından yayımlanan Bilişim Terimleri Sözlüğünde sanırım yaklaşık 1000 dolayında terim vardır. Ama sonradan bu terimler çoğaldı tabi. Örneğin, bu sözlükte görünmeyen binary digit teriminden kısaltma olan bit terimi yerine biz ikil dedik. Bu, 1977’de ürettiğim bir terimdir. Örneğin, karakter sözcüğü Yunanca ‘yara izi’ demektir. Onun için bir adamın karakterinden söz edilir, iyi mi kötü mü bir adam olduğu alnına damga gibi vurulmuş gibi düşünülür. Türklerde de 1000 yıldan beri kullanılan bir terim vardır: Damga. Damga dağlanır hayvanlara, hangi ailenin malı olduğu belli olsun diye. O işte karakterdir. Onun için bilgisayardaki “a”, “b”, “c”, “+”, “-”, “.”, “,”gibi yazı imlerini biribirinden ayırt eden resimlere damga dedik. Bu da 1977 ‘de ürettiğim bir terimdir, 100 yıllık sözcük. İkil, iki sözünden geliyor ve yenibir sözcük ama damga sözcüğü vardı. Örneğin donanım sözcüğü zaten vardı dilde, bunu kimse yadırgamaz. Ben ürettim derken bunları da kastediyorum. Benzer bir örnek de, kütük sözcüğü, asla ben üretmedim, ama benim seçimimdir. Çünkü Osmalıcada nüfus kütüğü, evrak kütüğü gibi yüzyıllardan gelen sözcükler vardır. İsterseniz kütük sözcüğünü kullanmayın yerine file diyin ama sizi kimse anlamaz. Dosya derseniz de Fransızca ‘sırtlık’, ‘gömlek’ anlamına gelen sözcüğü tercih ediyorsunuz demektir. Böyle yapmak Türkçeleştirme demek değildir diyerek doğrudan Türkçesini tercih etmek gibi bir yol tuttum kütük derken. Yani sözcükleri Türkçede hiç bir zaman olamayan nesneler gibi yoktan var etmedim, ama aralarında, bilgisayar gibi, bilişim gibi yepyeni sözcükler de vardır. Örneğin, bilişim sözcüğü de 1970’de türetildi, bunu bilmek eyleminden “herkesin gereksinim duyduğu bilgiye erişebileceği, alıp bilgileri karşılıklı alışverişi destekleyen mühendisçe dizgeler, düzenlemeler” anlamına gelen bir yaklaşımla, bilişmek sözcüğü varmış gibi -tıpkı koşuşmak, birlikte koşuşmak, karşılıklı koşmak gibi düşünüp- Türkçe’ye bir ara kavram üreterek ekiyle ad yaptık. Böylece bilişim diye bugünkü mesleğimizin adını koyduk. Herhalde 1970 yılıydı, Türkiye Bilişim Derneğini de 1971’de 22 Nisan Günü kurduk. Türkiye Bilişim Derneği bugün 3500 üyesiyle 22 Nisan’da 25. kuruluş yıdönümünü kutluyor. Böyle bir dernek olmasaydı belki terimler de tutmazdı, çünkü dernek kurmakla kalmayıp, derneğimize bir de bazen üç ayda bir bazen daha sık bazen de altı ayda bir çıkabilen bir Bilişim Dergisi ekledik hemen. Hepsi birden yapıldığı için bu terimler tuttu, uzun sürede, yolundan sapmayan, vazgeçmeyen doğru olduğuna inandığınız bir yolda direnme gösterince ve bu, sabır ve çalışkanlıkla beslenince başarı kazandı. Burada kişisel bir olaydan bahsetmiyorum, bütün toplumumuzun, böyle düşünenlerin biraya gelip sırt sırta vermesiyle başarı kazandığımızı düşünüyorum.

•    Diyelim ki ‘bilgisayar’ terimini ya da örneğin ‘yazılım’ terimini 1971’de değil de şu anda türetmiş olsaydınız, kullanımı sizce bu kadar yaygın olabilir miydi?
Evet. Ama nasıl? Bugün 56 yaşındayım. ’Yazılım’ı ürettiğimde 26, ‘bilgisayar’ı ürettiğimde 29 yaşındaydım. Ben 56 yaşında Aydın Köksal o zamanki kadar çalışkan olabilsem, o zamanki kadar geceleri sık sık uyumamayı göze alabilsem, aynı devingenliği başarmak tutukusunu içimde, yüreğimde duyumsayabilsem -duyumsarım orası kolay- buna sağlığım elverse tabi ki evet. Burada yapılan iş belli bir raslantı olarak üstüne düştüğümüz çağa dönük bir başarı değil. Ne zaman olursa olsun 2010 yılında ya da 2040 yılında, kimler benzer çabayı gösterirse, hangi meslekte olursa olsun, hukukta, tıpta ya da inşaat mühendisliğinde eminim ki aynı başarı ve daha güzel başarılar gene elde edilecek. Böyle kesin konuşmamın altında yatan bir yaşam deneğimi var. Bir tahmin bir kestirim yapmıyorum. Sizlere açabilirim bunu: Bu işe ilişkin ilk sözcükleri ortaya attığım zaman bir sakınca da bana şöyle dile getirildi: “Türkçe’de bu iş olmaz.”. Ben diyordum ki İngilizler, Fransızlar, Almanlar, Norveçliler Macarlar yapmış ve oluyor onların dilinde, Türkçede nasıl olmaz. “Türkçe kaldırmaz, o dillerde olur ama Türkçe’de olmaz” diyorlardı. Ben çok şaşırdım. Acaba öyle mi diye okur yazar birisi olarak kitaplar karıştırdım, araştırdım. Öğrendim ki, bir sabah bir felsefe profesörü Almanya’nın bir üniversitesinde diyor ki, “bundan böyle bilinç sözcüğü yerine kullandığımız konşiyasal yerine Almanca olarak beutsval diyeceğim ve Almanca konuşacağım”. İşte felsefe dersine böyle başlıyor bir gün. Tabi yeni bizim eleştirmenlere bakarsanız, uyduruk derler. Ürettiğinde de herşey uyduruk tabi. XVI. yüzyılda sanırım Shekspre’in birbirinden değişik kullandığı sözcük sayısı yaklaşık 29000’dir. İngilizcede gelmiş geçmiş bütün yazarlar içinde 29000 değişik sözcüğü 2. Dünya Savaşından sonra anılarını yazdığında bir de Churchill kullanmıştır. Tabi Churchill’in kullandığı 29000 sözcüğün çok büyük bölümü uydurmadır. Uydurmadır derken o dönemde ne yazılı ne sözlü dilde hiç kimsenin ağzından veya kaleminden yazılıp söylenmemiş, önerilmemiş demek istiyorum. “Türkçe’de tutmuyor” dediler. Verdiğim cevap 26 yaşında şu oldu: “Ben böyle 100 tane, 500 tane sözcük araştırayım da içinden yalnızca ikisi üçü tutsun. Benim için yeter”.
Dört sözcüğü öneren bir yazarın Budapeşte’de heykeli olduğunu Budapeşte’ye giden dostlardan yıllarca önce öğrenmiştim. Çok şaşılacak bir şey. “Piyano” sözcüğünü bu adam üretti diye bilinir. Örneğin, “tekel” sözcüğünü kimin ürettiğini ya da Melih Cevdet Anday’ın hangi çok kullandığımız sözcüğü ürettiği, Nurullah Ataç’ın “ilginç” sözcüğünü ve başka sözcükleri ürettiğini herkes bilir. Ters gelebilir ilk gün. Ama sonra alışıyorsunuz.Uzun vadede görülüyor ki ne önerirseniz, tıpkı Fransa’da, Almanya’da, İngiltere’de, Norveçte yapıldığı gibi, eğer inceleyip bilerek yapıyorsanız yani algılayarak saçmasapan yollara sapmadan doğruyu içeren bir öz, bir ipucu yakalıyorsanız eğer dilinizin köklerine egemenseniz, eğer sözdizimine ve yapıbilgisine sebilgisine egemenseniz, doğruya yaklaşıyorsanız ve eğer konuştuğüunuz söz ya da yazı içerik taşıyorsa, özlüyse, insanlar onu o şiiri duymaktan hoşlanıyorsa, o yazıyı, o romanı okurken heyecen duyuyorlarsa, düşünüyorlarsa onu tekrar okumaya ya da devamını da okumaya özeniyorlarlarsa , içlerinden öyle geliyorsa tabi ki tutacaktır.

•    “Türkçe bilim dili olamaz” diye bir görüşten söz ettiniz. Buna benzer bir başka görüş de evrensellikle ilgili. “Eğer Türkçe terimleri türetirsek evrensel olamayız” deniliyor. Bu görüş için neler söylersiniz?
Lokomotif’in adı lokomotif, radyo, atom, otomobil bütün bunlar evrensel dilde var olan terimlermiş gibi gelir. Aslında “evrensel” derseniz, aldanıyorsunuz. Neden aldanıyorsunuz? Size öyle geliyor derim. Çünkü otomobil sözcüğünü içinde auto Yunacadır, mobil sözcüğü de İtalyancadır, Latincedir. Almancası nedir biliyor musunuz? Aftokinaton. Arapçada otomobilin adı seyyare dir. Telefonun adı da hatif, gaipten haber veren demektir. Elektriğin adı da kerrabiriye’dir. Japoncada elektiriğin adı denşi’dir.Den şimşek demektir, şi de küçültme eki şimşekçik. “Evrensel olamayız” gibi savunmalar bize doğruyu her zaman yansıtmıyor. Örneğin, komputur sözcüğünün bütün dünyada bilgisayarın adıyken Türkçede başka bir ad kullanılmasının saçma olduğunu söyleyenlere karşı ben araştırdım, 23 dilde bilgisayar nedir diye. Sırpça’da …., Rusça’da, Fransızca’da ordinatör, İspanyolca ordinadör, Japoncada… Anadili ya da resmi dili İngilizce olmayan bir yerde computur çok nadiren gösterebilirsiniz. Araştırınca “benim” diyen hiç bir milletin öyle yapmadığını görüyorsunuz. Demek ki -bazı sayın profesörler de dahil- bu eleştiriyi yapanlar incelemeden bilmeden konuşuyorlar. Sadece yabancı dil diye İngilizce’yi bildikleri için, İngilizcenin de bütün dünyanın tek bilim dili olduğunu tahmin ettikleri için onlara öyle geliyor. Ama bu düşünce çok yanlış, öyle yaklaşanların hepsi silinir gider. Bir merkez ülke durumuna gelemez, kültürünü ayakta tutamaz. İngilizce, uluslararası dil, tartışma ortamında daha çok kullanılan ikinci dil gibi, uluslararası dil gibi varolabilir. O zaman İngilizce konuşuruz, ama Türkçe konuşurken kullandığımız terimlerin İngilizce olaması aynı şey değil demek değildir.
Demek ki evrensel terimler diye bir şey yoktur, evrensel kavramlar vardır. Dünyada yapılmakta olan budur. Bunu görmemek için dünya kültürüne bakmamış olmak gerekiyor, bu bir uyurgezerliktir. Bir tek Amerika’ya bakarak, bir tek İngiltere’ye dünyayı anladığınızı önesüremezsiniz. Koskoca bir Japonya var, koskoca bir Rusya var. Küçük ama koskoca etkisiyle Fransa var, Almanya var. Lord Byron fizik ve matemetik kitabı niteliğindeki doğanın sırlarını açıklayan kocaman kitabının önsözünde şöyle yazıyor: “Anadilim İngilizcedir ama İngilizce yazma olanağım yok. Çünkü İngilizce bir köylü dili olup, böyle bilimsel gerçekleri anlatacak sözcükleri yoktur. Zaten o sözcükleri oluşturmak için gerekli alt yapısı da yoktur. Ayrıca, böyle bir alt yapısı olsaydı bile gene yapmak istemezdim. Çünkü bilim dili Latince’dir, ben öyle bir kitap yazıyorum ki yüzyıllar sonrasında bütün insanlık tarafından okunup anlaşılmasını özlüyorum. Kendime saygıdan dolayı gene yazmazdım İngilizce. Çünkü edebiyen hiç bir zaman İngilizce bir bilim dili olamayacaktır” diyor. Bilim dili olarak aramaktan vazgeçtim, yaşayan bir dil olarak Latince diye bir dil var mı yeryüzünde? Böyle bir dil yok. Sadece bilim dili olma ayrıcalığını yitirmemiş bütünüyle silinmiş. Hangi dil var? Anadili İngilizce olan Lord Byron gibi bir düşünürün tahminine göre edebiyen bilim dili olamayacağı kesin olan İngilizce. Bizimkilere göre ise tek bilim dili ve onsuz olamaz. Burada çok büyük bir saçmalık yatıyor.
•    Peki, böylesine bir başarının temeli nedir? Terimlerin tutması için öncelikle ne yapmak gerekir?
Toplumsal, ekinsel konularda, sadece doğruyu bilmiş olmak, anlamış olmak yetmiyor. Haklı olmak da yetmiyor. Ayrıca, zamanı kullanmak gerekiyor. Zaman için de yineleme bgerekiyor. Yinelemenin çoğalıcı etkisi var. Aynı doğru kavramı yorulmadan otuz, kırk yıl, elli yıl boyunca hiç vazgeçmeden her vesileyle her gidilen yerde dünya coğrafyasının neresinde olursa olsun yeniden yeniden yeniden anlatmak, tartışmak gerekiyor ki duyanlardan bazıları da benzaer işi yapıp onlar da dolaşırken hep bunu yapsınlar. Ben 18 yaşında gibiydim, lise yıllarında okurken, bir gazetede Yaşar Kemal’in her haftasonu yazı yazdığını farkettim. Orman konusunda yazıyordu. Ormanın ulusumuz için öneminden bahsediyordu. Tabi çok duygulu yazıyor, çok şiirsel yazıyor. Anlatım çok güzel. Bir pazar, iki pazar, üç pazar, iki yıl geçti demek ki yüz ikinci pazar, üç yıl geçti, yüz elli üçüncü pazar devam etti yazılar… Ben çok şaşkın idim. Niye böyle yapıyor bu kadar. Güzel anlatıyor, yazıların hapsi farklı ama başka konuları da yazsa da öğrensek, bunu anladık zaten. Anladık ama ormanlar yine kesiliyor ve yine yakılıyordu. Demek ki anlamamışız. 58 yıl ya da 158 yıl birilerinin -gittikçe çoğalan sayıda birilerinin- hep yapması gerekiyor ki 65 milyon insan sonunda anlasın da artık böyle yapmasın. Kendiliğinden oluverecek diye, doğru olmak haklı olmakla sonucu alamak olası değil. Büyük bir emekçilik isteniyor. Yeniden yeniden hiçbir zaman bocalamadan ve vazgeçmeden, düşünce değiştirmeden gitmek gerekiyor. O zaman sonuç alınıyor.
Şimdi yazılım sözcüğü 1966’dan bu yana 30 yıl geçmiş demek ki. Bir tek gün başka sözcük kimse kullanmadı benim çevremde. Ne kendim, ne birlikte çalıştığım iş arkadaşlarım ne dernek mensuplarımız ne görüştüğüm dost olduğum kişiler kullandı. 17 yıl geçmişti bilgisayar sözcüğünün üzerinden hala baskı yapılıyordu bana. İnsanların yarısı karşı çıkıyordu.Karşı çıkanlara şu yanıtı verdim: “17 yıl nedir ki bir milletin yaşamında. Daha bir avuç insan duydu bilgisyarın adını. Bütün millet duymadı ki. Daha halka yansımadı olay, onun için ben bunu hiç başarısızlık diye görmüyorum, başarı diye görüyorum. İkinci bir 17 yılın sonunda gelin konuşalım. Bir 17 yıl daha deneyi sürdürelim.” dedim. Bu konuşmayı yaptığımdan birkaç yıl sonra kişisel bilgisayar denilen ucuz, küçük ve kişiye özgü makinalar çıktı. Mesleğimiz çok devingen. Bu sefer ne oldu? Üç beş bilgisayar, üç yüz beş yüz bilgisayardan üç bin beş bin giderek otuz bin elli bin şimdi giderek 500 bin bilgisayara çıktı. Daha üç binlere otuz binlere varmaya başladığında bilgisyar sözcüğü geri dönülmez biçimde halka mal olmuştu. İkinci bir on yedi yıl daha mücadele vermeye gerek kalmadı.

•    Yabancı dille öğretim konusunda neler düşünüyorsunuz?
Şimdi ben hiç bir zaman yabancı dili küçümseyen birisi değilim yabancı dile tam tersine çok emek vermiş birisiyim. Yabancı dili çok iyi bilseniz bile yabancı dille, iyi elektronik, iyi fizik öğrenemezsiniz gibi geliyor bana. Fiziğin formüllerini iyi öğrenirsiniz, kalıplarını iyi öğrenirsiniz, ama içinizde duyumsayamazsınız olayı. Onun için anadiline elimiz mahkum. Bundan dolayı UNESCO’da anadille eğitim görme insan haklarından birisidir. Onun için azınlıkların anadili ile eğitim görme hakkından sözediliyor. Buna karşılık biz kendi çocuklarımızı İngilizce ile Fransızca ile eğitmeye kalkıyoruz. Tabi ki bunu söylediğimde yabancı dil bilmese daha iyi olur demek istemiyorum, bunu da çok iyi düzeyde yapmaya da mecburuz. Onu yapmazsanız da dünyadan koparsınız. O zaman yabancı dili bilmek de benim Türkçemi daha iyi anlamamla sonuçlanıyor, çünkü benim zorlandığım noktalarda oralarda belki kolaylıklar var, belki benim kolaylıklarıma da onlar sahip değiller.
Demek ki farklı kültürleri öğrenmek zorundayız. Ama Yunanca bu dersinde öğrenilir, bilmediğim Yunancayı öğrenirken bu arada da fiziği de öğrenivermek olanaklı değildir. Yapamazsınız, böyle yaparsanız ne Yunanca, ne İngilizce ne de fizik öğrenirsiniz . İngilizceyi kuş dili öğrenirsiniz, fiziği de hiç öğrenemezsiniz, çünkü fiziğin az öğrenilmesi de sıfır anlama gelir. Az anotomı bılerek amelıyat yapamaz bır doktor. Az bilen inşaat mühendisinin yaptığı bina toptan yıkılır. Hepsini sonuna kadar hiç duraklamasız iyice bilmek zorundasınız. O iyice ancak anadiliyle olabilir. 10 üzerinden 9 bilen çıraklık yapabilir.
Öyleyse iyi eğitim her zaman “iyi eğitim” olamayabiliyor. İyice anlamak gerkiyor ve adam olmak gerekiyor. Adam olmanın yolu kendi terimlerinizle kendi dünyanızı konuşmak yolundan geçiyor. Siz annenize “mother” diyerek adam olamıyorsunuz. Ama İngilizin karşısında dil biliyorsanız böyle söyleyebilirsiniz. Ama hiç bir sebep yokken annenize “mother” diye hitap etmek sizi adamlıktan çıkarıyor ve çok geçmeden maskara olmaya başlıyorsunuz. ODTÜ ders vermiş birisi olarak Türk öğrencilerden 50’sini karşısına alan birisinin İngilizce olarak ders anlatmasının ne kadar komik olduğunu biliyorum.
İletişimin başarısı tıpkı suyun en kolay yoldan en düşük seviyeye akması gibidir. Sizin ve benim aramdaki iletişim sizin en kolay anlayacağınız, benim en kolay anlatacağım yolun buluştuğu yerden geçerse ‘belki’ anlaşabiliriz. O kadar zordur. Siz Türkken ben de Türkken istediğimiz kadar iyi bilelim sebep yokken İngilizce konuşmaya başlarsanız, ya da Fransızca konuşmaya başlarsanız bu palyaçoluk olur.

•    Siz yabancı dille eğitim yapan bir okuldan mezun oldunuz. Yabancı dille eğitim veren bir okuldan değil de Türkçe eğitim veren bir okuldan mezun olsaydınız bu kadar başarılı olacağınıza inanıyor musunuz?
Sorduğunuz soru çok can alıcı bir soru. Galatasaray’da okurken ben yabancı dilden mi yararlandım çok, yoksa özgürce tartışma ortamı vardı, dayak yemedik, azar işitmedikbunlardan mı yararlandım. Fransızca olarak, okuduğumuz için mi metinleri iyice okumayı yazmayı öğrendik, yoksa o metinleri bahane ederek o metni bize okutan 4-5 tane iyi hocamız vardı, onların gösterdiği yöntem mi öğretti. Burada hiç bir şekilde ‘belki’ diye düşünmüyoruz. Hiç kuşku yok ki o bir kaç tane iyi öğretmenin yöntemidir, bize bunları öğreten. Fransızca, Almanca, İspanyolca metni didik didik etmemiz ile Türkçe metni didik didik etmemizin hiç bir farkı olmadığını yaşım 56 iyice ayırt ediyorum. Olsa olsa Fransızca okurken kendimize kilit vurduk. Çünkü enerjimizin çok büyük bir kısmı çevirmenliğe gitti. Anlayamıyorduk ki! Aynı enerjiyi fizik öğrenmeye, kimya öğrenmeye verseydik ne kadar iyi olurdu. Aramızdan belki fizik bilginleri çıkardı, belki buluşlar çıkacaktı.

•    Her türlü alanda Türkçe terim kullanılması topluma ne gibi yararlılıklar sağlar sizce?
Türkçe terim kullanırsanız köylüsü kentlisi kapıcısı anlar ve düşünüme şansı artar. İşin bir hokus pokus olmadığı, işin bir büyücülük olmadığı anlaşılır. Köylü kentli veya kapıcı veya çırak sıradan insan köyden yeni gelmiş Türk anlamaya bir başlarsa ve bütün evreni böyle görmeye başlarsa fizik dahil, kimya dahil ilkokul dersleri dahil işte o zaman insanlar büyüden, bilmem neden kopup dorudan doğruya düşünen kafalara yavaş yavaş sahip olmaya başlar. Bu aslında son derece çekici bir olay, bunu yapmaya aydınlanma deniyor. Aydınlanmanın temel direği, ilk anadiliyle konuşmaya başlamaktır. Bilimi yönetimi bütün dünyayı algılamayı anadiliyle yazmaya çizmeye konuşmaya başlamak aydınlanmadır. Bunun sonucu özgürlükler gelir, demokrasi gelir. Düşünmeye bir başlandı mı kimin gerçekleri bulacağı kestirilemez, manavın çırağı mı kapıcının oğlu mu beş yaşında mı 14 yaşında mı çok insan ayırt edemez. Ben 56 yaşındayım, 12 yaşında çocuğumun benden daha akıllı olabileceğine aklım kesiyor. Anadiliyle konuşursa, düşünmeye başlar. Demokrasi de bu anlamayla geliyor zaten. Yani yumurta tavuk öyküsü, Yalnız bütün tarih gösteriyor ki aydınlanma denilen olay yani Rönesansın altında yatan olay, İncil’in ulusal dillere çevrilmesiyle başlamıştır. Bu büyük bir suç sayılmıştır, kan gövdeyi götürmüştür, ama işte sonuç bellidir. Aynı şey Kuran için de geçerlidir. “Çevrilemez” diye duyduk çocukluğumuzda. Çevrilemez çünkü “o kavramın Türkçesi yoktur”. Yoksa ne diyor peki. “Bu Allah dilidir. Anlaşılmaz ezberleyeceksiniz”. Çevirip iyice okumak zorundayız. Hem de mealen çevirmek de büyük bir ihanettir. Aynen çevirmek gerek. Bir sözcüğe yalnızca bir sözcük. Taş diyorsa taş, özel anlamlı bilinmeyen bir taş yoktur yeryüzünde. Taş taştır. Butün taşlar genel taş sınıflaması içinde anlam taşır. Bu bir soyutlamadır hepsi birden taştır. Öyle yaklaşarak çevirmek gerekiyor, ihanet etmeden.
Özgür Aydın-http://www.linguistics.humanity.ankara.edu.tr/dbaydin1.html